Salı, Mart 27, 2007

Son Gazi




Türkiye’de hayatta kalan Son Gazimiz  Eskişehirli Yakup Satar, gençlere nasihatte bulunarak, "Biz bu vatanı çok zor şartlarda kurtarıp size teslim ettik, kıymetini bilin" dedi.



Eskişehir’de 71 yaşındaki kızı Zekiye Satar ile birlikte yaşayan 107 yaşındaki Yakup Satar’ın savaş hatıralarını dinleyenler, tarihin bu canlı şahidinin hafızası karşısında hayretler içinde kalıyor. 1. Dünya Savaşı’nda Bağdat-Musul’da savaştıktan sonra, İstiklal Harbi’nde de yer alan 6 çocuk, 48 torun sahibi asırlık gazi Yakup Satar, hatıralarını anlatırken duygulanıyor. 106 yaşına giren Satar, İstiklal Gazisi madalyasını gururla taşıyor.



Bir asrı geride bırakan Yakup Satar, Dünya Savaşı’nda Kerkük, Bağdat, Musul cephelerinde harbe katıldığını belirterek, "Son Osmanlı Padişahı zamanında İstanbul’da askerdim. Bizim taburdan 50 kişiyi Irak’a gönderdiler. 1. Dünya Harbi’nde yanlarında yer aldığımız Almanlar, zehirli gaz ürettiler. Biz bu gazla düşmanı öldürecektik. Düşmandan korkmuyorduk. Ancak, Türkiye işgal edilmiş, haberimiz yoktu. Mermiler başımı sıyırıp geçiyordu. Savaşta kolumdan vuruldum. Bağdat’ta İngiliz kadın doktor beni tedavi etti. Bağdat’tan İstanbul’a, her yerin mayın döşenmiş olması sebebiyle en uzak denizleri gezerek 22 günde geldik" dedi.



107 yaşındaki gazi Satar, Irak’ta kendisini Alman’a benzeten bir Arap Askerle arasındaki geçen hatırasını da şöyle anlattı:



"Bana ’German’ diye hitap etti. Ben de ’Ne German’ı, ben Müslüman’ım Türk’üm’ dedim ve Yasin-i Şerif’i okudum. Arap şaşırdı. Ondan sonra onunla arkadaş olduk ve her gece bana bisküvi getirirdi."



Kurtuluş Savaşı’nda da Atatürk’ün yanında tecrübeli asker olarak görev yaptığını belirten Yakup Satar, "Savaşta hiç eline silah almayan gençler askerdeydi. Ben tecrübeli olduğum için bütün ağır işler bana veriliyordu. Attığını vuran komutanımız, bir asker 10 düşmanı öldürmezse ona asker demem diyordu" diye konuştu.



Çanakkale Zaferi’nin 90. yıl dönümünde Türkiye Muharip Gaziler Derneği Başkanı Ertuğrul Özkütük ve Yönetim Kurulu üyeleri de, asırlık gazi Yakup Satar’ı evinde ziyaret etti. Dernek Başkanı Özkütük, tarihin canlı şahidi olan Yakup Satar ile gurur duyduklarını ifade etti.



************************* 



ERSİN KALKAN

Onlar Mustafa Kemal Paşa'nın son askerleri. Türkiye'yi kurtaran neslin son temsilcileri. En genci 1899 (1317), en yaşlısı 1893 (1311) doğumlu. Yani en küçüğü 104, en büyüğü 110 yaşına merdiven dayamış durumda.

Mustafa Kemal'in ordusundan geriye kalan yedi kişi: Yakup Satar, Veysel Turan, Ömer Kamış, Mahmut Özcan, Ömer Küyük, Ömer Ateş ve Hamza Akbulut.

19'uncu yüzyılın sonunda doğup 21'inci yüzyılın başına kadar ayakta kalmayı başarmış kahramanlar.

Daha çok çilelerle, eza ve cefayla geçirmişler ömürlerini. Yoklukların, kıtlıkların, ıssızlıkların, esaretin içinden geçmişler. Ama bir gün bile boyunlarını bükmemiş, tarihin ve talihin önünde eğilmemişler. Özgürlüğü seçmiş ve onu elde etmek için hayatlarını ortaya koymuşlar. Köylerinden, şehirlerinden, sıcak yuvalarından çıkıp yollara düşmüşler.

RÜZGAR KANATLI SÜVARİLER

Fotoğraflardan size bakan bu yaşlı adamlar, bir zamanlar savaş meydanlarında, uçsuz bucaksız çöllerde, geçit vermez karlı dağların vadilerinde durmaksızın savaşmışlar. Atları rüzgar kanatlı bu süvariler, vatan onlara nerede ihtiyaç duymuşsa oraya gitmişler.

Kimi Türk, Kürt ve Laz, kimi Yörük, Türkmen.

Aynı sancağın altında bir orman gibi kardeşçesine saf tutmuşlar. Ellerinde kalan son vatan parçası için gözlerini kırpmadan, güneşte parlayan çelik süngülerin üstüne doğru gitmiş, kulaklarının dibinde uğuldayan mermilere aldırmaksızın hiç durmadan yürümüşler.

Bazıları kollarından, yüreklerinin yanından, yorgun bacaklarından yaralanmış. Mermiyi yediklerinde şöyle bir devrilip, sonra hemen ayağa kalkmış ve savaşmaya devam etmişler.

Kızgın savaşların ortasında barış rüyaları görmüş, esir kamplarında özgür bir vatan özlemiyle yanıp tutuşmuş, firari güvercin düşleri kurmuşlar. En katı harplerin içindeyken bile, sol göğüslerinin altında taş değil kalp taşıdıklarını unutmamışlar. Bu yüzden hepimiz gibi ağlamış, korkmuş, gülmüş, kederlenmişler.

BEŞ BİN KM YOL YAPTIK

Kutup Dalgakıran'la birlikte yollara düştük. Tam beş bin kilometre yaptık.

İki ay önceydi. Ekler görsel yönetmeni Sanlı Ergin, İstiklal Savaşı Gazileri'nden sadece üçünün hayatta kaldığını yazan bir haber gösterdi. Tam o günlerde, bir başka haberde tek bir İstiklal Savaşı Gazisi'nin yaşadığı yazılıyordu.

Oysa sadece benim tanıdığım, yaşadığını bildiğim dört kahraman vardı. Araştırmaya başladık.

Ankara'dan Faruk Bildirici Emekli Sandığı kayıtlarında Gazi maaşı alanların sayısının 15 olduğunu gösteren bir listeyi ulaştırdığında umutlandık. Ama adresler eskimiş, telefon numaraları değişmişti.

Genelkurmay'dan Muharip Gaziler Cemiyeti'ne, Gazilerin yaşadığı belirtilen ilçelerdeki askerlik şubelerinden belediye başkanlarına, muhtarlara kadar farklı mercilere ulaştık. Maalesef, hiçbir yerde derli toplu bir kayıda rastlayamadık.

Ve ne yazık ki, bazı yerlerdeki yetkililerin, hemen yanıbaşlarında sessiz sedasız ömrünü tamamlayan büyük kahramanlardan haberleri bile yoktu.

Sonunda, 15 Gazi'den altısı listeden bir bir silindi. Yedincisini ise kıl payı kaybettik: Konya'da yaşayan Gazi Ahmet Turan'ı aradığımda, üç gün önce öldü, cevabını aldım.

Hepsi hayata sessiz sedasız veda etmişlerdi. Geriye sadece sekiz kahraman kalmıştı.

Onları biran önce bulmalı, fotoğraflarını çekmeli, bu 29 Ekim'de, Cumhuriyet'in 80. yılında baştacı etmeliydik.

Yola çıkmadan önce konuştuk. En yakınlarındaki insanlarla tek tek sorduk:

EVLERİNE, KÖYLERİNE GİTTİK

Ömer Ateş, Nevşehir'in Avanos ilçesi Özkonak beldesinde bir huzurevinde yaşamını sürdürüyordu. Hamza Akbulut Adana'nın Aladağ ilçesinde, Ömer Kamış İstanbul Alibeyköy'de bir gecekonduda, Mahmut Özcan Denizli'nin Acıpayam'ında, Yakup Satar Eskişehir'de, Veysel Turan Konya'da, Ömer Küyük Çorum'un İskilip ilçesi Çatkara Köyü'nde ikamet ediyordu. Hüseyin Zorlu ise yine Nevşehir'in Avanos ilçesinde yaşıyordu. Kendisiyle telefonda uzun uzun konuştuk. İlk onunla buluşacaktık.

Ama bu yaptığımız çalışma ne yazık ki büyük bir kederle başladı:

104 yaşındaki Gazi Hüseyin Zorlu bizimle yaptığı telefon konuşmasından iki gün sonra hayata gözlerini kapamıştı. Ama 94 yaşındaki karısı Şerife Hanım onu bize anlattı, Kurtuluş Savaşı'nda nasıl insanüstü gayret sarfettiğini hikaye etti.

Gidip bulacağımız, röportaj yapıp belki de son fotoğraflarını çekeceğimiz Mustafa Kemal Paşa'nın askerlerinden geriye artık sadece yedi kahraman kalmıştı.

Buruk bir kalple, ya yetişemezsek endişeleriyle yola devam ettik.

Evlerinde ve hatta huzurevlerinde bulduk onları. Bize büyük bir yakınlık, cömertlik ve misafirperverlik gösterdiler. Hikayelerini uzun uzun anlattırdık. Ev hallerinin, köy hallerinin, hálá gururla yürüyüşlerinin fotoğraflarını çektik. Ellerini öptük, dualarını aldık.

Benim için hayatımın en anlamlı haber çalışmalarından biri oldu.

İşte gazilerimiz, yaşayan son kahramanlarımız.

İşte Kurtuluş Savaşımızın ve onların üç yüzyıla yayılan hikayeleri.

Türkiye onları hep bu fotoğrafla hatırlayacak

Türkiye Gazilerimizi tıpkı tarihin içindeki gibi yakışıklı, merasimlerdeki kadar pırıl pırıl, şık ve güzel hatırlamalıydı. Söyleşilere başlamadan birkaç gün önce tesadüf eseri Damat Tween'in Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Orakçıoğlu'yla sohbet ediyorduk. Gazilerle ilgili araştırma için yola çıkacağımı söylediğimde Orakçıoğlu, ‘‘O zaman biz de dedelerimize birer bayram hediyesi gönderelim'' dedi. 18 ülkede açtığı mağazalarla Türk tekstilini dünyaya taşıyan bir markanın patronundan gelen bu teklifi kabul ettik.


İlk onunla buluşmaya gittik ama o bizi iki gün önce terk etmişti

GAZİ HÜSEYİN ZORLU

Yaş: 104

Sakarya'da ve Büyük Taarruz'da çarpıştı

24 Eylül 2003'te öldü, Avanos Asri Mezarlığı'nda yatıyor

Hüseyin Zorlu'ya küçük torunlarından Avanos Belediyesi Hesap İşleri Müdürü Zorlu Balta vasıtasıyla telefonla ulaşmıştık. 104 yaşına rağmen hafızası pırıl pırıldı. Torunlarının da yardımıyla telefonda uzun uzun konuşmuştuk.

Yoldan geliyoruz diye aradığımızda Zorlu Balta acı haberi verdi: ‘‘Maalesef sizinle konuştuktan iki gün sonra vefat etti.''

Sözler boğazımızda düğümlendi. İki hafta önce coşkulu bir sesle geçmişin o inanılmaz serüvenini anlatan adam artık yoktu. Telefon konuşmasındaki notlar ve yakınlarının aktardıklarıyla onu anlatacaktık.

Hicri 1316'da (Miladi 1899) Avanos'ta doğmuş. 1918'in başlarında askere gitmiş. Talimgah taburunda gördüğü eğitimden sonra silah kuşanmış. Ama tüfeğini uzun süre tutamamış. Çünkü 31 Ekim 1918'de yapılan Mondros Mütarekesi'yle birlikte Osmanlı ordusunun silahsızlandırılması kararı çıkmış. Kasım ayının sonlarına doğru komutan askerleri toplamış ve titreyen bir sesle ‘‘sizi terhis ediyoruz, evinize döneceksiniz'' demiş.

Hüseyin Zorlu, komutan dahil alaydaki tüm askerlerin göz yaşı dökmeye başladığını hatırlıyordu. Gururu incinmiş, kırık bir kalple Avanos'a dönmek zorunda kalmıştı.

Terhisten 7-8 ay sonra bir iş için Merzifon'a gittiğinde İngiliz askerlerinin Merzifon caddelerini arşınladığını görmüş. 1919'un Ağustos'unda Mustafa Kemal Paşa'nın Erzurum'da bir kongre topladığını ve vatan müdafaası için harekete geçtiğini öğrenmiş. Niğde yakınlarında birliğine katılmış. 135. Alay, 2. Tabur, 7. Bölük'te usta er olarak silah başına geçmiş. Süvari olmuş. Yunan askerleriyle ilk defa Eskişehir'de göğüs göğüse çarpışmış.

AY IŞIĞINDA GÖZLERİ GÜMÜŞ GİBİ PARLAYAN ADAM

Mehtaplı bir gecede, nöbet yerinde, başından geçen bir olayı hiç unutamadığını anlatmıştı telefonda: Gözünü kırpmadan ovayı gözlüyormuş. Bu sırada kendisine doğru birkaç karartının ilerlediğini fark etmiş. Parolayı sormuş, söylemişler. Aralarından biri ‘‘Nerelisin asker?'' diye sormuş. Ay ışığının altında gözleri gümüş gibi parlayan bu adamın Mustafa Kemal Paşa olduğunu anlamış. ‘‘Avanosluyum komutanım'' demiş. ‘‘Sizin orada da aylı geceler bu kadar güzel midir asker'' diye sormuş Mustafa Kemal. ‘‘Benim vatanımın her yanında aylı geceler güzeldir komutanım'' diye cevap vermiş hiç düşünmeden. Büyük komutan gülümsemiş, genç askerin yanında durup bir müddet aşağıda uzanan ovada kıvrılarak akan Sakarya Nehri'nin sularında yansıyan ay ışığını izlemiş ve maiyetindekilerle birlikte sessizce çekip gitmiş oradan. ‘‘Ayaklarım titriyordu, zor dinliyordum. Paşa gidince öylece çöküp kaldım...'' Ertesi sabah şafakla birlikte taarruza geçmişler. Sakarya Meydan Muharebesi başlamış.

Hüseyin Zorlu bu savaş sırasında sol omuzundan hafif bir yara almış. Bu savaşın ardından İzmir'e kadar ilerleyen ordunun içinde yerini almış. 9 Eylül 1922'de zafer ilan edilmiş. Terhis olduktan sonra Avanos'a geri dönmüş. Şerife Hanım'la evlenmiş. Bu evlilik tam 70 yıl sürmüş. 12 çocuk, 21 torun. 26 torun torunu. Ticaret yapmış, çiftçilikle uğraşmış. Ve biz ona ulaşamadan sessiz sedasız çekip gitmiş bu dünyadan, geriye bağımsız bir vatan ve olağanüstü bir destan bırakarak...


Esir kampındaki İngiliz hemşirenin güzel gözleri, şefkatli elleri vardı

GAZİ YAKUP SATAR

Yaş: 110

Basra Cephesi ve Sakarya Savaşı'na katıldı

Eskişehir'de kızlarıyla birlikte yaşıyor

Gazi Yakup Satar, Ruslara karşı ayaklanan Kırım Tatarları'nın önderlerinden birinin torunu. Beş yaşındayken Kafkasya üzerinden dört ay süren bir yolculuk sonrasında Eskişehir'e gelmişler. Annesini Kırım'da kaybetmiş. Ruslarla çarpışırken aldığı yaraları bir türlü iyileşmeyen babası Ziya Bey de Eskişehir'e vardıktan bir müddet sonra ölünce yapayalnız kalmış bu dünyada. 1311 (1893) doğumlu. Ama nüfus kağıdında 1316 yazıyor.
19'uncu yüzyılın sonu ile 20'inci yüzyılın başını çok iyi hatırlıyor: ‘‘Dağ taş silahlı adamlarla doluydu. O yıllarda Kars Rusların işgali altında olduğundan biz Batum'da bir gemiye binerek Trabzon'a çıktık. Oradan Eskişehir'e geldik.''

GİZLİ GAZCI BİRLİĞİNE SEÇİLDİM, BAĞDAT'A GİTTİM

Yakup, 1915'te askere gitmiş. O, İstanbul'da acemi birliğindeyken Çanakkale Savaşı sürmekteymiş. Acemi birliğinde eğitimi tamamladıkları gün tugaya Alman komutanlar gelmiş. Almanlar, tugayın içinde 200 askeri tek tek seçerek diğerlerinden ayırmış, İstanbul'un dışında bir kışlada yeniden eğitime alınmışlar: ‘‘Alman malı özel elbiseler giydirdiler bize. Maskelerimiz vardı, takıyor, birbirimize bakıp kahkahayı basıyorduk.'' Maskeler, özel giysiler, sırtta taşınan tüpler, içinde barut olmayan roketler. Yeni kurulan birliğin adının ‘‘Gazcılar'' olduğunu öğreniyorlar. Roketlerin ve tüplerin içinde zehirli gaz olduğunu, mermi yerine düşmana gaz fırlatacaklarını anlatıyor Alamanlar... Ama bu özel görevlerini kimseye anlatmayacak, mektuplarda yazmayacaklardır.

Özel kuvvetlerin içinden seçilen 50 asker, diğer ekiplerden izole edilerek trenlere bindirilip Bağdat'a gönderiliyor.

‘‘Bağdat'a vardık, çadırlarımızı kurup ekipmanların gelmesini bekledik aylarca. Diğer askerlerle görüşmemiz de yasaktı. Altı ay sonra İstanbul'dan bir emir geldi, zehirli gaz kullanılması yasaklanmıştı. O sırada İngilizler Basra'ya doğru ilerliyordu. Bizi silahlandırıp Basra'ya gönderdiler. Ben makineli tüfek eğitimi de aldığım için elimde Alman malı gıcır gıcır bir makine vardı. Harp başladığında, çöl rüzgarlarının uçurduğu kumlardan önümüzü göremiyorduk.''

Yakup Satar, Basra'daki savaşta kolundan yaralanmış. Alay komutanı askerlere sürekli ‘‘Kuşatıldık, cenuptan bir hattı yararsak kurtuluruz'' diyormuş. Ama tüm gayretlere rağmen kuşatmayı yarmak mümkün olmamış. İngilizlere elinde beyaz bayrağı olan bir elçi göndererek ertesi sabah teslim olacaklarını bildirmişler. O gece tüfeklerini birbirine çatarak yatmışlar. Düşmanın eline geçmesin diye atları ve katırları kesmişler. Topların kamalarını çıkarıp kullanılmaz hale getirmişler. Şafakta teslim olmuşlar. Ve esaret günleri başlamış.

DİKENLİ TELLERİ AŞTI KARŞI TARAFA GEÇTİ

Arabistan'da bir esir kampına götürülmüşler. Bileğiyle dirseği arasından aldığı kurşun yarası ağırmış. ‘‘Kolunu keseceğiz'' demişler. O sırada bir İngiliz hemşire gelmiş. 85 yıl önceki bu anısını bakın hasıl hatırlıyor: ‘‘Çantasından hususi bir merhem çıkardı. Onu sabah akşam kolumdaki yaranın üzerine tatbik etti. Çok şefkatli ve güzel gözleri, merhametli elleri vardı. Sahra hastanesinde 64 gün kaldım. İyileştim.''

İngiliz esirlerle değiş tokuş edildikten sonra İstanbul'a gitmişler. Tutsaklığında olup bitenlerden haberi olmadığı için İstanbul'a doğru yola çıkmadan önce esir bir çölden özgür bir şehre gittiklerini zannediyormuş. Oysa ‘‘Mütareke Zamanları''nın İstanbul'unun esir çölden bir farkı yokmuş: ‘‘Her yanda uzun süngülü, lacivert ve kırmızı redingotlu İngiliz askerleri dolaşıyordu...''

Anadolu'da direnişin başladığı haberleri gelince ümitlenmiş. Bilecik üzerinden yürüyerek Eskişehir'e gitmiş. Eskişehir yakınlarında bir istasyonda trenler dolusu gencin Mustafa Kemal'in ordusuna katılmak için yola çıktığını görünce, yazıcıya gidip künyesini okumuş ve ilk trenle cepheye doğru yola çıkmış. Usta asker olduğu için makineli tüfek mangasının başına geçmiş: ‘‘Düşmanla aramızda dikenli teller vardı. Telleri bir yerinden keserek geceyarısı karşı mevzilerin yakınlarına geldik. Ben manganın başındaydım. Elimizde sadece dört mitralyöz vardı. Ama 12 kişiydik. Birimiz ölünce mitralyöz öksüz kalmasın diye. Geriye iki asker kaldık ama dört mitralyözle döndük.''

Savaştan sonra Eskişehir'de bakkal, fırıncı, arabacı olarak hayatını kazanmış. Soyadı kanunu çıktığında ticaretle uğraştığı için Satar soyadını almış. Huriye Hanım'la evlenmiş. Beşi kız, biri erkek altı çocukları olmuş. Eşini altı yıl önce kaybetmiş. Kızları Zekiye Tali ve Meliha Işıkata babalarına özenle bakıyor. Pamuk sakalları beş yıldır, gençlik günlerinde olduğu gibi siyahlanmaya başlamış. Ağzında yeni çıkan beş süt dişi inci gibi parlıyor. Vedalaşırken bizi marş söyleyerek uğurluyor.

HAİNLERİN BEŞİ KURŞUNA DİZİLDİ KALANLARI MUSTAFA KEMAL AFFETTİ

İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve kaçakların idam edileceği ilan edildi. Bir sabah Polatlı yakınındaki tugayımızda, tüm askerlerin kamp meydanına toplanması emredildi. Genç, çakı gibi bir yüzbaşımız vardı. Çizmelerinin topuklarını birbirine vurarak meydanın ortasına doğru ilerledi. Kükreyen bir sesle, ‘‘15 asker kaçağı, 15 sefil, 15 vatan haini bu günün gecesini göremeyecek. Savaş meydanında aslanlar gibi çarpışmadıkları, arkalarına bakmadan kaçtıkları için rezil bir çakal gibi yok olup gidecekler'' dedi. Silahlı muhafızların arasında meydana doğru 15 adam getirildi. Hepsine beyaz kefenler giydirilmiş, boyunlarına yaftalar asılmış, gözleri bağlanmıştı. Yüzbaşının işaretiyle önce beş kişi meydanın ortasına getirildi. Karşılarına mitralyözlü bir asker dikildi. Komutan kolunu gökyüzüne doğru kaldırdı. Ben gözlerimi ve kulaklarımı kapadım. Bu manzarayı görmek ve duymak istemiyordum. Mitralyözün sesi duyuldu. Gözlerimi açtığımda kaçakların bedenlerinin havalarda uçuştuğunu gördüm. Komutan yine muhafızlara dönerek aynı hareketi yaptı. Tugayda çıt çıkmıyordu. Beş kaçak asker daha meydana çıkarıldı. Başka mitralyözlü geçti karşılarına ve vaziyet aldı. Bu sırada tugay komutanımız ağır adımlarla yüzbaşının bulunduğu noktaya doğru yürüdü. Elini havaya kaldırdı ve üstüne basa basa, ‘‘Başkomutanımız Mustafa Kemal Paşa, bu korkak hainlerin canını bağışlıyor. Derhal götürün bunları, bu temiz ve şerefli meydandan...'' dedi.


Posta güvercinim Kızılca Tilki de bizim gibi direnişçiydi ama o şehit oldu

GAZİ HAMZA AKBULUT

Yaş: 108

Kurttepe, Pozantı ve Dumlupınar Savaşları'na katıldı

Adana-Aladağ'da çocukları ve torunlarıyla yaşıyor

Hamza Akbulut, Adana'nın Aladağ ilçesinde yaşıyor. Aladağ, Toros zirvelerinin ak bulutlarla birleştiği bir vadide kurulmuş. Gazi Hamza Akbulut'un oğlu Himmet Bey, bizi kasabanın girişindeki bakkal dükkanında bekliyor. Buluşup Gazi Hamza Akbulut'un yanına gidiyoruz. Evin bahçesinde güneşin altında oturmuş bizi bekliyor. ‘‘Uzun yollardan gelmişsiniz. Çok zahmet etmişsiniz. Fakirhanemizi şereflendirdiniz efendim, ayağınıza sağlık'' diyerek karşılıyor bizi. Artık ayakları eskisi gibi tutmuyor. Sönmeye yüz tutmuş gözlerinin feri bizi görünce parlamaya başlıyor.

Yıllar önceye gidiyoruz. Fransız işgalini reddeden yerel milli direniş örgütlerinin oluşturduğu Kilikya Mudafai Hukuk Cemiyeti'nin bir kolu Adana'da düşmana karşı silahlı direnişi örgütlemeye başlamış. İşte Hamza Akbulut da, ellerindeki derme çatma silahlarla işgale karşı mücadeleye geçen bu kuvvetlerin içindeymiş. Düşmanla ilk kez Kurttepe'de karşı karşıya kalmışlar. Fransızlar, Seyhan'ın bitişiğindeki Kurttepe'de sürpriz bir direnişle karşılaşınca neye uğradıklarını şaşırmış. Geri çekilmek zorunda kalmışlar. Kurttepe'deki direnişi kıramayan Fransızlar, Toros Tünelleri, Akköprü, Çiftehan ve Pozantı'yı işgale koyulmuş.

Hamza Bey'in de aralarında bulunduğu direniş güçleri Pozantı'da da Fransızlara saldırılar başlatmış. Pozantı Savaşı gece gündüz tam altı gün sürmüş. Düşmanın harekat güzergahını Hamza Bey'in yetiştirdiği posta güvercinleri sayesinde öğreniyorlarmış.

Gazi Hamza Akbulut'un, barış zamanlarındaki güvercin yetiştirme merakı savaşta hayati öneme haiz bir görevin başarılmasını sağlamış. Adana'da kendisi gibi Türkmen olan Salih isimli bir arkadaşının evinde konaklar, kuşları oradan azad edermiş.

Direniş kuvvetlerinin yaptığı ilk gizli toplantıda bayrak, Kuran ve silah üstüne yemin ettikten sonra söz alan Hamza, ‘‘Cemiyetimize iki kişinin daha alınmasını teklif ediyorum'' demiş. ‘‘Birincisi Adanalı Türkmen Salih, diğeri ise (omzundaki güvercini işaret ederek) Kızılca Tilki'' deyince herkes kahkahayı basmış. Alaylı gülüşlere aldırmaksızın kısa bir not yazıp Kızılca Tilki'nin ayağına iliştirmiş ve ‘‘Bize bir saat kadar müsaade edin'' demiş. Kızılca Tilki, bir saate varmadan ayağında cevabi bir mektupla dönünce eğlenceli bir törenle direniş kuvvetlerine katılmış... O günden sonra Kızılca Tilki'nin işi Adana kentinden kırlarda savaşan direnişçilere haber taşımak olmuş. Türkmen Salih, Yeni Adana Gazetesi'nin sahibi ve daha sonra Adana Müdafai Hukuk Cemiyeti'nin kurucusu olan Ahmet Remzi Yüreğir ve Avni Bey'lerden aldığı bilgileri güvercinle Hamza Bey'e gönderiyor. İhtiyaç halinde başka istihbaratlar toplamak için araziye dalıyormuş.

1919'un ortalarında Fransızlar, direnişi kırmak için Adana ve İskenderun'da geniş çaplı bir operasyon başlatmış. Operasyon öncesinde Fransızlar Hamza Bey'in arkadaşı Salih'i de tutuklamış. İşgal kuvvetleri komutanlığı, Fransız bölgesinden kuzeye doğru uçan kızıl kanatlı tüm kuşların görüldükleri yerde vurulması emrini çıkarmış. Salih Bey'in tutuklanmasından birkaç gün sonra Adana'dan ayağı boş dönen Kızılca Tilki'nin kanadına bir Fransız kurşunu isabet etmiş. Gerçi yara hafifmiş ama Pozantı'nın ardındaki dağlarda bekleyen direniş kuvvetlerinin yanına gelene kadar güvercinin damarlarında kan kalmamış. Yalpalayarak Hamza Bey'in ayaklarının dibine inmiş ve oracıkta gözlerini kapamış. Direniş birliğinin liderinin önerisiyle Kızılca Tilki askeri bir törenle, küçücük bir toprak parçasına gömülmüş...

Bu olayın ardından Hamza Bey, düzenli orduya katılarak Afyon tarafına geçmiş. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 04.30'da başlayan başlayan ve tam beş gün beş gece süren Dumlupınar Savaşı'na katılmış.

Savaştan sonra Aladağ'a geri dönmüş, çiftçilik ve bakkallık yaparak hayatını sürdürmüş. Altı çocuğu, 24 torunu, sekiz de torununun torunu olmuş. Şimdi ailesinin yanında yoksul ama mutlu bir hayat sürüyor. Ne zaman göklerde süzülen bir güvercin görse Kızılca Tilki'yi hatırlıyor...


Rüyasında ona kravat getirileceğini gördü

GAZİ ÖMER KÜYÜK

Yaş: 109

Balkan Harbi, Dumlupınar ve Sakarya Savaşları'nda yer aldı

Çorum-İskilip, Çatkara Köyü'nde ailesiyle yaşıyor

Çorum'un İskilip İlçesi'nin Çatkara isimli köyünde yaşıyor bu güzeller güzeli adam. Adı Ömer Küyük. Aylardır çocuklarına ‘‘bana bir kravat almadız'' diye sitem ediyormuş. Bayramlık takım elbise getirdiğimizi söylediğimizde ilk sorusu ‘‘İçinde kravat var mı?'' oldu.

Getirdiğimizi öğrenince çocuklarına döndü: ‘‘Ben size demedim mi, siz bana kravat almadınız ama rüyamda gördüm, İstanbul'dan yola çıkmış, salına salına geliyor diye.''

Ulu dağların gölgelediği yemyeşil bir vadide kurulmuş, nasıl şirin bir köy burası. Onun evi köyün dışında. Köye, sarp kayaların, vadilerin, derelerin yanından kıvrılarak akan bir patikayla ulaşılıyor. Yani bu patikayı ütüleseniz yaklaşık 10 kilometrelik yol çıkar içinden. Evlerine cuma günü ulaştık. Ömer Dede, o gün cuma namazına gitmek için bu yolu arşınlamış. Ilık rüzgarların estiği cuma ikindisinde bizi karşılarken dimdik ayaktaydı.

TORUNLARI KRAVATLI GEZSİN İSTEDİ, BUNU BAŞARDI

Hicri 1311 (1894) doğumlu Ömer Küyük. Balkan Harbi, Dumlupınar, Polatlı ve Sakarya savaşlarına katılmış. Kendisi gibi rençberlik yapan babası Mehmet Efendi de, bundan 25 yıl önce 125 yaşında vefat etmiş. Tam 79 yıl evli kaldığı eşi Ayşe Hanım'ı beş yıl önce kaybetmiş. Dört kız, dört erkek sekiz çocuk, 38 torun, 12 de torununun torunu olmuş. Torunun oğlu Şimşek Küyük, Konya'da çok sevilen bir hakim, Ali Küyük ise askeri doktor. Torunlarının öğretmen, mühendis, hukukçu olmalarını yani kravatlı gezmelerini çok istemiş ve bunu başarmış.

Onun şimdi son arzusu, beş yıl önce köylünün bağışladığı arsaya kurulan prefabrik Çatkara İlköğretim Okulu'nun yerine çocukların hastalanmadan, fırtınadan korkmadan okuyabileceği yeni okulun yapılması.

Balkan Savaşı çıktığında henüz 18 yaşında bir delikanlıymış. Askere alınmış. Askerliği kısa molalarla tam 10 yıl sürmüş.

‘‘Şimdi böyle olduğuma bakma çocuk'' diye başlıyor geçmişi anlatmaya. ‘‘Ben uzun boylu, heybetli bir adamdım gençliğimde. İnsan yaşlanınca güneşte kurutulan bir elma gibi çekiyor, küçülüyor.'' ‘‘Ellerinden belli heybetin Dede'' diyorum, ‘‘Bu eller dört büyük savaş meydanında şanlı sancakları taşıdı da ondan böyle görünüyorlar'' diyerek kaldığı yerden devam ediyor. Bıyığı henüz terlemeye yüz tutarken gitmiş Balkanlara. Karadağlar'ın dantel gibi kıyılarının Karadeniz'e benzediğini hatırlıyor. 1913'te İşkodra'da savaşmış, bir yıl içinde ordunun Selanik'ten, Üsküp'ten, Karadağ'dan çekilmesine şahit olmuş. O yılın hayatının en uzun yılı olduğunu söylüyor. Balkan Savaşı'ndan sonra Edirne'ye çekilen ordunun içindeymiş. Yaralanmış, tebdili hava için memleketine geri dönmüş. Bu sırada Çanakkale Zaferi'nin haberini alınca Balkanlar'ı unutuvermiş. 1916'da tekrar askere alınmış. 1918'e kadar çeşitli görevlerde bulunmuş. Mondros'tan sonra terhis edilmiş ama Çorum'a dönmemiş. İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Kuvayı Milliye'ye katılmış. Oradan düzenli orduya geçmiş. Sancağı tekrar eline almış.

Sakarya Meydan Muharebesi'nde asker mevcudumuzun 90 bin, ama elimizdeki tüfeklerin sayısının 45 bin civarında olduğunu hatırlıyor. Bir de savaşın eylül içinde başladığını. Sancağı bir noktaya diker, direğin başına yamağını koyar, silaha mermiyi sürer ve savaşırmış. Ama bir gözü de daima sancakta olurmuş çünkü komutanı, ‘‘Sancağı kaptırmak, namusu ve vatanı kaptırmaktır'' diye ona sıkı sıkı tembihlemiş:

BUNA HAKİKATEN İNANDIK ÇOCUK VE KAZANDIK

‘‘Elimde sancak vardı çocuk. Gece ıssız ve karanlıktı. Biz 90 bin kişiydik. Cephelere dağılmış taarruz için emir bekliyorduk. Düşünsene evlat, birbirine sırtını vermiş 90 bin genç adam, yalnızca hep beraber soluk alıp verseler vadilerde gök gürültüsü gibi yankılanır. Ama biz nefeslerimizi tutmuş büyük emri bekliyorduk. Arada bir çekirgelerin sesi geliyor, dağlarda çakallar uluyordu. Ve emir geldiğinde artık büyük gök gürültüsü başlamıştı. 90 bin kişi bir bedene dönüşmüştük. Sanki aynı anda nefes alıyor, ayağımızı aynı zamanda toprağa basıyorduk. Toprağın altında sanki bir dev kükrüyordu. Bir ara durdum, kulağımı toprağa dayayıp bu büyük akışın sesini dinledim. Yüreğim kabardı, sancağı elime alıp önlere, önlerde savaşan öncü birliklere doğru seyirttim. Artık bir millettik onu hissettim. Yenilmeyecektik, ezilmeyecektik, esir olmayacaktık. Sehere doğru koşuyorduk. Gün şafağa eriştiğinde artık ebediyyen hür olacaktık. Buna inandık çocuk. Buna hakikaten çok inandık. Ve kazandık...''

BU NİMETLER İSTİKLALİ OLAN BİR TOPRAKTAN ÇIKIYOR

‘Gazetelerde, 'yok işte şurada yaşayan İstiklal Savaşı gazimiz perişan, yoksulluk içinde ömrünü sürdürüyor' diye yazıyorsunuz. Sakın böyle yazma. Bak çocuk, yoksulluk her zaman mutsuzluk, zenginlik ise mutluluk getirmez. Niye sefalet çekelim ki, insan daha ne ister bu fani dünyada. Bak işte görüyorsun elmalar dalından, petekler balından geçilmiyor. Üstelik bu nimetler istiklali olan bir topraktan çıkıyor. Lezzeti de oradan geliyor. İşte aynen böyle yaz. Biz sadece meyveler daha tatlı olsun diye savaştık. Ne makamda gözümüz oldu, ne de mevkide...''


Rüzgar süvari ile Kürt Nizamettin

GAZİ ÖMER ATEŞ

Yaş: 109

Sakarya Meydan Muharebesi'nde süvariydi

Avanos-Özkonak'ta Mevlüt Özden Vakfı Huzurevi'nde yaşıyor

Avanos, Özkonak Beldesi'nde bulunan Mevlüt Özden Vakfı Huzurevi'ndeyiz. Hicri 1316 (Miladi 1898) doğumlu Gazi Ömer Ateş, nüfus kağıdının dört yaşındayken çıkarıldığını söylüyor. Bu hesaba göre tam 109 yaşında. Biz görüşemeden hayata veda eden Avanoslu Gazi Hüseyin Zorlu'yu tanıyıp tanımadığını sorduk, ‘‘O daha dünkü çocuk'' dedi kahkahalar içinde. Belli ki öldüğünden haberi yoktu, biz de söylemedik.

Huzurevinde üç yıldır kalıyor. Altı çocuğu, 46 torunu, üç de torun torunu var. Eşi, akranları tek tek bu dünyayı terkedince Ürgüp'te yapayalnız kalmış. Görme ve işitme duyularında yavaş yavaş zayıflama başlayınca yalnızlığı derinleşmiş. Bütün gününü ya evde ya da evin küçük bahçesinde geçirir olmuş. Bunun üzerine küçük ama çok bakımlı bir hastanenin bahçesinde kurulmuş bulunan bu huzurevine yerleşmeye karar vermiş. Çocukları bu fikrini pek hoş karşılamamış ama ısrarlarına dayanamayıp isteğini yerine getirmek zorunda kalmışlar.

Huzurevinin genç müdürü Gülçin Obalı onun etrafında pervane. Canlı ve esprili kişiliğiyle tanınan Gazi Ömer Ateş, tüm personel tarafından çok seviliyor. Çocukları neredeyse her gün ziyaretine geliyor.

BANA RÜZGAR SÜVARİ DERLERDİ

Zamanında Ürgüp'teki evinin kapısı herkese açıkmış. Cömertliği ve misafirperverliğiyle ünlüymüş. Bizi buyur eder etmez, hemen birini çağırıp, ‘‘Taa İstanbul'lardan çıkıp gelmişler. Bak bakalım ne içerler'' diyor. Çayları içmeden de anlatmaya başlamıyor.

Gazi Ömer Ateş Ürgüp'te doğuyor. Orta Anadolu'nun sayılı tüccarlarından biri olan Babası Hacı Abdullah Bey, bölgede çok sevilen bir zat.

Ömer Ateş, Kurtuluş Savaşı başlamadan bir yıl önce orduya katılıyor. Kapadokya'da yetiştiği için küçüklüğünden beri at sürermiş. Bu yüzden süvari birliğine alınmış. Süvari birliğinde Erzurumlu bir arkadaşı varmış, adı Rüstem. Memleketinde cirit yaptığı için Rüstem de çok iyi ata binermiş. Bir müddet sonra orduya katılan acemi askerleri bu iki arkadaş eğitmeye başlamış. ‘‘At üstünde savaşmayı Rüstem'den öğrendim. Rüstem çok şakacıydı. Komutanları, doktorları taklit ederdi. Ufak tefek bir adamdı ama ata bindiğinde Hazreti Ali gibi olurdu'' diye yad ediyor arkadaşını.

Sakarya Meydan Savaşı'na katılmak için cephenin yolunu tutmuş. Bilecik üstünden dağ yollarını izleyerek Sakarya'ya vardıklarını, Geyve Boğazı'nda ormanlık bir alanda mevzilendiklerini hatırlıyor. Mevzilendikleri tarihi günü gününe not düşmüş aklına: 22 Ağustos 1921.

Bu sırada ordunun büyük bir bölümü 22 gün ve gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi'nin içindeymiş. Mevzilendikleri dağ geçidinden günlerce yaralıların Ankara yakınlarındaki hastanelere taşındığını görmüşler. Bu sırada cephedeki kadınlar dikkatini çekmiş genç askerin: ‘‘Onları görünce önceleri çok şaşırdım. Yaralıları tedavi ediyor, sırtlarında taşıyorlardı. Yaralı askerlerin taşındığı atların terkisinden tutan da kağnı arabalarının önünde giden de onlardı. Yaralıları götürdükleri arabalarla, birkaç gün sonra cephane yüküyle geri dönüyorlardı.''

Yaklaşık on gün kadar savaş meydanına inecekleri saati beklemeye koyulmuşlar. Erzurumlu Rüstem de Sakarya'da tam üç kurşun, dört de süngü yarası almış ama hayatta kalmayı başarmış. Ömer, tedavi gördüğü sahra hastanesinde ziyarete gittiğinde Erzurumlu Rüstem ona, ‘‘Düşlerimde şehit olan komutanlarımızı görüyorum. Hani taklitlerini yapıyordum ya işte onları görüyorum durmadan'' diye göz yaşı döküyormuş. Rüstem iyileşmiş. Terhisten sonra memleketine dönmüş. İki dava arkadaşı uzun yıllar görüşmeye devam etmiş. 20 sene önce Erzurumlu Rüstem ölünceye kadar.

Gazi Ömer, konuşmamızın bir yerinde gözlerini gözlerime dikerek, ‘‘Evlat'' dedi, ‘‘Son günlerde sık sık Nizam'ı, Rüstem'i görüyorum rüyalarımda. Üçümüz de tıpkı eski günlerdeki gibi at sırtındayız. Bir geçide kadar ilerliyoruz. Onlar gidiyor ben kalıyorum. Nizam bana dönüp, 'Hadi Rüzgar Süvari, seni bekliyoruz' diyor. Demek ki benim de günüm yaklaşıyor. Yeniden ata binecek ve onların arasına katılacağım, bunu çok iyi biliyorum.''

Vedalaşırken ‘‘Başkomutan beni ziyarete gelecekmiş dediler ama nedense gelmedi'' diyor. Huzurevinin müdiresi Gülçin Hanım kulağıma eğilerek, ‘‘Son günlerde sürekli Başkomutan'ı bekliyor. Keşke bir komutan şöyle üniformalarıyla burayı ziyarete gelse. O kadar mutlu olacak ki anlatamam'' diye mesajını iletiyor.

Kürt beyinin oğlu ve sevda mektupları

Onbaşı Ömer Ateş'in savaş yıllarında okuma yazması yokmuş, mektuplarını yakın arkadaşı Nizamettin Çavuş kaleme alırmış:

‘‘Nizam, Siverekli Kürt Beyleri'nden birinin oğluydu. Ben söylerdim o yazardı. Nağmeleri döktürürken etrafımızda toplanan askerlerin gözleri dolardı.'' Çünkü Ömer mektup yazamazmış ama ezberinde yüzlerce şiir ve mani varmış. Çavuş Nizamettin de sevdiği kıza yazacağı mektubun satırlarını Ömer'in ince üslubuyla yıkarmış. Tam hatırında değil ama yüze yakın mektuba şiirsel bir ruh katmış.

Bir gün Nizamettin Çavuş, mektupları tek tek toplayıp ertesi gün posta birliğine ulaştırmak için çantasına koymuş. Ama sabaha karşı taarruz emri alınca mektuplar çavuşun çantasında kalmış. Muharebenin bir yerinde Yunan askerleri kuşatmış. Attan inip süngü savaşına başlamışlar. Birlikteki tüm askerler ölmüş geriye sadece Nizamettin Çavuş'la Ömer Onbaşı kalmış:

‘‘Kürt Nizamettin'le sırt sırta verip süngü harbine giriştik. Bu sırada destek geldi, bizimkiler Yunanlıları önlerine katıp kovaladıklarında Nizam'la yapışmış gibi sırt sırta durmaya devam ediyorduk. Sonra ben çekildim. Ama sırtımı ondan ayırdığımda Nizam'ın hiç kıpırdamadan ayakta kaldığını fark ettim. Barut dumanlarının ve sislerin arasında öylece duruyordu. Gözleri açık, gülümsüyordu. Ona seslendim ama beni duymadı. Yaklaşıp elimle dokundum. Bir kavak gibi devrildi sırt üstü. O zaman, göğsünden kasıklarına kadar süngü yarası almış ve öylece ayakta ölmüş olduğunu anladım. Mektup çantasını omuzundan aldım. Dua etmeye bile vakit bulamadan, düşmanı kovalayan birliklerimize katıldım. Taarruz bitip de zafer ilan edilene kadar çantayı yanımdan hiç eksik etmedim. Sonra da posta birliğine vererek o son veda mektuplarının yerine ulaşmasını sağladım. Düşmanla çarpışırken sırtımda yüce dağlar gibi duran Nizam'ın, ayakta ölürken gülümseyen yüzünü hiç unutmadım.''


Beş süt dişi çıktı, ama hálá rüyasında bayırlarda koştuğunu görüyor

GAZİ MAHMUT ÖZCAN

Yaş: 108

Sarayköy'de Kuvayı Milliye saflarında çarpıştı

Acıpayam'da çocuklarının yanında yaşıyor

Gazi Mahmut Özcan, Denizli'nin Acıpayam ilçesinde oğlu Hasan Bey'in evinde yaşıyor. 1313 (1895) doğumlu. Acıpayam'ın Yumrutaş köyünde İsmail Bey'le Zeynep Hanım'ın ilk çocuğu. Babası İsmail Bey, köyün tek bakkalıymış. Beş kardeşinden üçü sağ. Mahmut Özcan, dört yıl önce vefat eden Huri Hanım'la evlenmiş ve 77 yıllık evliliğinden sekiz çocuğu olmuş. Çocuklar, birer ay arayla babalarını yanlarına alıyor. Torunları, torunlarının torunları toplam 75 hane, yurtdışında da sekiz hane var. Hakimler, işadamları, bilimadamları, öğretmenler yetiştirmiş bir büyük ailenin en büyüğü Gazi Mahmut Bey.

SÜT DİŞLERİ ÇIKTI SAKALLARI SİYAHLADI

100 yaşından sonra beş süt dişi çıkmış, on yıl önce bembeyaz olan sakalları tel tel siyaha dönmeye koyulmuş, yüzündeki kırışıklıklar son beş yılda azalmaya yüz tutmuş. Tabiatın insana biçtiği zaman tamamlanınca hayat başlangıç noktasına dönüyor demek ki. Ama işitme, görme ve yürüme kabiliyeti geri gelmiyor. Mahmut Bey de bunun farkında: ‘‘Perde yakında kapanacak. Akranlarım yıllarca önce terk etti beni. Huri Hanım da gittiği yerde beni bekliyor. Ama hálá rüyamda ya da uyanıkken çocukluğumdaki gibi bayırlarda koştuğumu görüyorum. Ölüm aklıma gelince korkmuyorum. Zaten çok da yoruldum evlat, artık dinlenmeye çekilmek istiyorum...''

1917'de Antalya'da levazım bölüğünde göreve başlamış. İtalyanlar'ın Antalya'yı işgalinden sonra ellerindeki silahlar alınmış. ‘‘Antalya İtalyanlar'ın eline geçtikten sonra mı silahsızlandırıldınız?'' diye soruyorum. ‘‘Antalya onların eline geçmedi ki biz teslim ettik. Çanakkale'de düşmanı inletmiştik. Biz yenilmedik ki oğlum. Alamanlar mağlup olunca, İstanbul hükümeti memleketi düşmana teslim etti'' diyor.

Mondros mütarekesinden sonra askerler terhis edilince Yumrutaş'a geri dönmüş. 1919 ortalarında Denizli'de milli hareket başlıyor: ‘‘Gizli gizli haberler alıyorduk. İzmir'de bir Redd-i İlhak Kongresi düzenlenmiş, Denizli'den de bir heyet katılmış diye.'' İstanbul Hükümeti Şehzade Abdurrahim Efendi'nin başkanlığında bir ‘‘Öğüt Kurulu''nu Denizli'ye göndermiş. Kurul, vilayet konağında ahalinin ileri gelenlerini toplayıp asilere kanmamalarını bildirmiş. ‘‘Peki ne yapacaktık, onların üstümüzde tepinmelerine rıza mı gösterecektik'' diyor Mahmut Özcan.

Öğüt Kurulu'nun Denizli'den ayrılmasından 20 gün sonra Yunanlılar'ın İzmir'e çıktığı haberleri gelince yer yerinden oynamış. Denizli'de miting tertiplenmiş. Çal ve Tavas'ta mitingler izlemiş bu protestoyu.

MUSTAFA KEMAL'İ DENİZLİ'DE GÖRDÜ

Mahmut Özcan 8 Haziran'da (1919) bir grup arkadaşıyla Sarayköy'e gidip orada açılan Kuvayı Milliye cephesine katılmış. Cepheye katılan öncüler terhis edilmiş usta askerlerden oluşuyormuş. Birkaç gün içinde savaşa hazır hale gelmişler. Ve çete savaşı başlamış...

Bir müddet sonra askeri üniforma giydiğini, liderlerinin de komutan rütbesiyle görevlendirildiğini fark ediyor. Şimdi yerini tam olarak çıkaramıyor ama Mustafa Kemal Paşa'yı Denizli yakınlarında gördüğünü hatırlıyor, pırıl pırıl parlayan sarı çizmelerini hiç unutmuyor.

Gazi Mahmut Özcan, savaş sonrasında gazi beratını almış, Acıpayam'a yerleşip esnaflığa başlamış. Çocuklarını, torunlarını büyütmüş. Şimdi bu küçük kasabada hayatını sürdürüyor.

20 yıldır yatağa bağlı oysa hücum taburunda süvariydi

GAZİ VEYSEL TURAN

Yaş: 105

Dumlupınar, Sakarya ve II. İnönü Savaşları'nda bulundu

Konya'da küçük kızının yanında yaşıyor

Veysel Turan, 1316 (1898) doğumlu, 105 yaşında. Konya'nın, Sarayönü ilçesinde esnaftan Abdülkadir Bey'in oğlu. Şimdi Konya'nın Selçuklu İlçesi'nde en küçük kızı Saniye Hanım'ın yanında. Asansörsüz bir apartmanın dördüncü katında yaşadıkları için hiç dışarıya çıkamıyor. 20 yıldır yatağa bağlı. Tekerlekli sandalyesi bile yok. Küçücük bir evde öylece bekliyor. Üç ayda bir 400 milyon lira gazi aylığıyla geçinip gidiyor. Kriz sırasında iflas eden ve şimdi Bayındırlık İl Müdürlüğü'nde kadrosuz çalışan torunu İsmail Turan'ın desteğiyle gününü geçirmeye çabalıyor.

Oysa bu adam, ülkemizi bağımsızlığa kavuşturmak için harekete geçen 1'inci Tümen, Hücum Taburu'nda süvariymiş. Elinde kılıcı, belinde beylik tabancası, omzunda tüfeğiyle cepheden cepheye koşmuş. Acılarla geçen son 20-30 yıldan hatırında çok az anı taşıyor. Ama o görkemli mazinin tek saniyesini bile unutmamış. Yarım asır önce okuduğu şiirler bile taptaze duruyor belleğinde. Mesela Yusuf Ziya Ortaç'ın dizeleri:

‘‘26 Ağustos gece sabaha karşı, / Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı. / Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar, / Alt üst oldu siperler, eridi demir ağlar. / Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı, / Alevlerin içinden geçti, binlerce atlı...''

Yaptıklarını ettiklerini anlatıp böbürlenmekten hoşlanmıyor: ‘‘Vazifemizdi yaptık. Bunda övünülecek bir şey yok. Şimdi kudretim olsa, memleketimiz bir tehlikeyle karşılaşsa yine aynı şeyleri yaparım.''

Afyon'da, Sakarya Meydan Muharebesi'nde, Eskişehir'de, II. İnönü Savaşı'nda bulunmuş. Büyük Taarruz'da bozguna uğrayan Yunan kuvvetlerini İzmir'e kadar takip eden birlikteymiş: ‘‘Bazen 100 atlıyla başlardık savaşa, sekiz-on kişi kalırdık geriye. Ölülerimizi defnetme fırsatı bile bulamadan, yeni bir cepheye doğru sürerdik atımızı.''

Mustafa Kemal Paşa'yı defalarca görmüş. ‘‘Hep yorgun ama dimdik ayaktaydı, keşke bu dünyadayken birazcık dinlenebilseydi.'' diye yadediyor. ‘‘Geceleri gözümüze uyku girmezdi. Ya bu savaşı kaybedersek, ya elimizdeki bu son toprak parçası da giderse, ya teslim olur da esaret içinde yaşarsak diye kabuslar görürdük. Şimdi hasta, yaşlı ve yorgun bir adamım. Ama hiç olmazsa başımı yastığa koyduğum zaman rahat uykulara dalıyorum...''

Zafer kazanıldıktan sonra Sarayönü'ne dönüp çiftçiliğe başlamış. Biraz ticaretle uğraşmış. Nesibe Hanım'la evlenmiş. 2'si erkek, 5'i kız toplam 7 çocuk sahibi olmuş. Onun da en büyük isteği komutanların gelip kendisini ziyaret etmesi.

16 yaşında Gülcemal Vapuru'na gizlice girdiği günden beri hayatı maceralarla geçti

GAZİ ÖMER KAMIŞ

Yaş: 106

Çanakkale ve Sakarya Savaşları'nda bulunmuş

İstanbul-Alibeyköy'de gecekonduda yaşıyor

Gazi Ömer Kamış, sadece Kurtuluş Savaşı'nda değil, Çanakkale Savaşı'nda da savaşmış. Çanakkale'ye giden son Anzak geçen yıl, son İngiliz askeri de bu yaz öldüğüne göre, belki de o, şu anda yeryüzünde bu korkunç savaşta bulunmuş tek asker. 1315 (1897) Selanik doğumlu. Salih Bey'le Hanife Hanım'ın altı çocuğundan en küçüğü. 112 yaşındaki ablası Bursa'da yaşıyor.

1913'te Selanik'te Türk ve Rum gençleri arasında çıkan bir kavgada Ömer Kamış bir Rum çocuğunu yaralamış, Atina'ya kaçmış. Gülcemal Vapuru'nun Atina açıklarında demirlediğini öğrenmiş. Yüzerek Gülcemal'in güvertesinde soluğu almış. Arkadaşı Ali gemide baş ateşçiymiş. Yunan Sahil Muhafaza ekipleri Gülcemal'e baskın yapmış. Ali, ‘‘hemen üst tarafındaki elbiseleri çıkar ve kendini kömüre bula'' demiş. Eline de bir kürek vermiş. Muhafızlar kazan dairesindeki ateşçileri görünce ses çıkarmadan çekip gitmiş. Önce Çatalca'daki akrabalarının yanına yerleşmiş genç Ömer. Birinci Dünya Savaşı çıkınca gönüllü olmuş. Gazilik künyesinde şunlar kayıtlı: 4'üncü Piyade Alayı, 3'üncü Tabur, 10'uncu bölük. Muharebe Birliği. Rütbesi: Kıdemli er başçavuş. Şubesi: Çatalca. Baba Adı: Salih, Anne adı: Hanife.

Çanakkale Savaşı'nı çok iyi hatırlıyor. Cephedeki Selanikliler birbirini tanıdığı için Mustafa Kemal'in bu savaşta albaylığa yükseldiğini biliyor. Onu Conk Bayırı yakınlarında birkaç kez görüyor ama 18 yaşındaki Ömer sadece çavuş olduğu için Albay Mustafa Kemal'le konuşamıyor.

1918 sonunda ordu dağıtılınca Aydın'ın Nazilli ilçesine gidip Demirci Mehmet Efe'nin yanında çete savaşına katılıyor. Daha sonra düzenli orduya katılıp muharebe birliğindeki görevine dönüyor. Eskişehir, Dumlupınar, Afyon ve Sakarya savaşlarına katılıyor. Ayağından ve kolundan yaralanıyor. Esir alınan Yunan askerlerinin üniformalarını giyerek kendisi gibi iyi Yunanca bilen iki arkadaşıyla karşı cepheye sızıyor, bir cephaneliği havaya uçuruyorlar. Bu savaşlardan bakın neler hatırlıyor:

‘‘Savaşta insanı bekleyen en büyük tehlike kandır. Bildiğimiz insan kanı. Ben ne babayiğitler gördüm, savaş meydanında kan tuttuğu için baygınlık geçirdiler. Demirci Mehmet Efe, bir gün bana dedi ki, 'Bugünkü savaş çok kanlı geçecek. Kılıcını kınından çıkar ve dudaklarının arasında şöyle bir gezdir.' Bismillah deyip dediğini yaptım. Ondan sonra hangi çarpışmaya girsem bunu tekrarladım. Çok faydalı oldu.''

Bir başka anısı da Fahrettin Altay'la ilgili: ‘‘5. Süvari Kolordu Komutanıydı. Boyu iki metreyi geçiyordu. Atatürk, Fahrettin Paşa kadar uzun boylu değildi. Boyu senin kadardı ama ondaki heybet kimsede yoktu.''

Gazi Ömer Kamış, terhis olduktan sonra Atatürk'ün şimdi Alibeyköy Barajı'nın suları altında kalan çiftliğinde bekçi olarak çalışmaya başlamış. 1932 sonbaharında Atatürk'ün yolu çiftliğe düşmüş. Paşa, Ömer Dede'nin Selanikli olduğunu öğrenince, ‘‘Ben seni çıkaramadım, peki sen beni tanıyor musun?'' demiş. Ömer Kamış, ‘‘Sizi bütün dünya tanıyor paşam'' diye yanıtlamış. Atatürk, sadece gülümsemiş.

Atatürk Çiftliği'nde görev yaptığı sırada 5 lira aylık alıyormuş. Gazi maaşını kabul etmemiş. Maaşını Kızılay'a bağışladığını yazıyla bildirmiş askerlik şubesine: ‘‘Biz para için savaşmadık ki. Şimdi evimi ırz düşmanları ve hırsızlar bassa, ben de çocuklarımı, karımı korumak için mücadele versem bunun için bana para verilmesi mi lazım?''

Böyle söylüyor ama yaşadığı iki göz damda o kadar çok güç durumda ki. 42 yıllık eşi Emine Hanım şimdi 71 yaşında. Beş çocukları ve 21 torunları var. Ama sel gitmiş kum kalmış. İki yaşlı çift yalnız başlarına. Ömer Dede, birkaç yıl önce Çatalca askerlik şubesine gidip gazi maaşını tekrar almaya çalışmış. ‘‘Tamam senin askeriyeye girişin var ama çıkışın gözükmüyor, kayıt defterleri kayıp'' diye geri çevirmişler. Bir daha askerlik şubesine adımını atmamış. Şimdi Alibeyköy Çırçır Mahallesi'nde, Maslak Yokuşu'ndaki derme çatma evlerinde geçmişin anılarıyla iç içe yaşayıp gidiyor...

Kaynak:http://www.kenthaber.com/Arsiv/Haberler/2005/Mart/18/Haber_52556.aspx
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=329098